Prof. Selçuk Esenbel: Modern Japon Tarihine Bilimsel Bir Yolculuk

Prof. Selçuk Esenbel: Modern Japon Tarihine Bilimsel Bir Yolculuk

Röportaj: Dr. Mürsel Doğrul & Fotoğraflar: Fatih Akın Özdemir

Ülkemizde bölge çalışmalarından söz edilemezken güneşin doğduğu ülke olarak tabir edilen Japonya’nın (日本-Nihon) tarihini kendine gaye edinen çok değerli bir bilim insanı TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. Selçuk Esenbel; “şu anda yapılmayanı yap, kendine özgü olsun” şiarıyla TÜBA Bilimi Aydınlatanlar ekibini konuk etti; Sayın Prof. Esenbel Hocamızın, tüm dersleri ve konferanslarında olduğu gibi sosyal duyarlılığını ve aktifliğiyle büyüleyen harika hayat algısını tekrar tecrübe etme fırsatı yakaladık. Türkiye’de Asya çalışmalarının dönüm noktalarını tüm detayları ile haritalandıran Prof. Esenbel, bu akademik sahanın kuruluş evrelerini kapsamlı olarak Günce okurlarının istifadesine sundu. Washington’da başlayan ömrün, bir Japon köy arşivinde soluklanarak Boğaziçi Üniversitesi’ne uzanmış eşsiz bilimsel serüveni önemli çalışmalarla devam ediyor... Genelde bilim insanlığının özelde ise modern tarihçiliğin zihinsel ve yöntemsel ana hatlarını haritalandırdığı röportajında 19. yüzyıldan günümüze Modern Japon tarihine eklenen İstanbul tarih anlatısının müstesna değeri bir kez daha ortaya çıkıyor.

Ben Ayşe Selçuk Esenbel, TÜBA Şeref Üyesiyim. 1982- 2013 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesiydim, 1994-2003 yılları arasında da aynı bölümün başkanlığını yaptım. 2013 yılından bu yana da emekli öğretim üyesi (emeritus) olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans dersleri ve 29 Mayıs Üniversitesi’nde medeniyet tarihi dersi veriyorum. Çalışma alanım, Türkiye’de belki bir ilk olan modern (18., 19. ve 20. yüzyıl) Japonya Tarihiydi.

Babam (Melih Rauf Esenbel, 1915-1995) 1930’larda Dışişleri Bakanlığı’nda memur olarak iş hayatına başlıyor. İlk görev yeri olan Fransa Büyükelçiliğine İkinci Kâtip olarak gittiğinde annemle yeni evliler ve üstelik II. Dünya Harbi var. O dönemde Türkiye’nin Fransa Büyükelçiliğinde Fatin Rüştü Zorlu (1910-1961) vardı. Yine Necdet Kent (1911-2002) Marsilya’da Başkonsolostu, Binbaşı Mehmet Enver Aka (1901-1988) Askeri Ateşeydi ve onun yardımcısı sonradan da general olan Refik Tulga (1907-1981) görev yapıyordu. Onlar Türkiye’nin en iyi okullarından biri olan Mekteb-i Sultani mezunu; Fransız dili ve kültürüne saygıları olan bir neslin temsilcileri ve Türkiye’nin I. Dünya Harbi’ndeki durumunu da yakından biliyorlar, Almanya’nın Paris işgalini görerek II. Dünya Harbi’nin onur kırıcı ve sarsıcı etkisine de şahit oluyorlar. Elçilik mecburen boşaltılıyor ve büyük zorluklar sonucunda Vichy bölgesinde bir elçilik kuruluyor ve orada yaşıyorlar. Genç memurdular… II. Dünya Harbi’ni Avrupalıların kazanmadığına, Amerika ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) kazandığına bilfiil şahit oldukları için yeni dünyayı bu iki devletin kuracağını yakından gördüler.

Fatin Bey idam edildiğinde fotoğrafını gazetede gördüm, hayatta yaşadığım en üzücü şoklardan biriydi.
Tüm bunların arasında babam 1944-1952 yılları arasında yeni görev yeri olan Washington’da görev yapıyor. Ben de orada dünyaya geliyorum, yani aslında tam da Türkiye’nin önemli geçişlerinin şahidi ve bilfiil hazırlayanlarından biri olarak görev yaptığı bir dönemde doğdum. Amerika doğumluyum ama Amerikan vatandaşı değilim… Zaten babam da konunun peşine düşmedi. 1959’da Büyükelçi olarak Washington’a atandıktan bir yıl sonra 27 Mayıs Darbesi yüzünden babam dâhil bütün elçiler geri çağrıldı. Ailem 27 Mayıs’ın Türkiye’ye çok zarar verdiğini düşünmüştür. Kimileri tarafından sebepleri anlaşılır görülebilir vs. fakat ailem, ülkemiz siyasetine, hukukuna ve demokrasisine son derece zarar verdiğini görüşündeydi. Hiçbir zaman siyasi kimliğiyle var olan bir aile değildik, tamamen kişisel görüşlerdi bunlar. Fatin Bey idam edildiğinde fotoğrafını gazetede gördüm, hayatta yaşadığım en üzücü şoklardan biriydi. O yaşımdayken sert siyasi çalkantıların nelere mal olacağını gördüm. İki dilli büyümüştüm; annem (Emine Esenbel) ve babam beni bu konuda çok sıkıştırmasalar da evde mutlaka Türkçe konuşurlardı. İngilizceyi ise ev dışında sürekli kullanıyordum. Türkiye’ye 1952 yılında döndük; o dönemde ebeveynler “kültür şokundan ötürü” çocuğumun psikolojisi bozulmasın diye endişe duymazlardı ve beni hayatın akışı öyle gerektirdiği için erken de olsa altı yaşımda ilkokula yazdırdılar. İlkokula Ankara Mimar Kemal’de başladım. İdare edeceğimi düşünüp okul müdürünü de ikna etmişler. İlkokulda sessiz bir öğrenciydim. Türkçe biliyordum ama konuşmaya çekiniyordum. Uzun bir müddet sessiz oturdum ama öğretmenlerim halimden anlıyorlardı ve beni hiç zorlamadılar. Annem ve Babam bu sefer evde unutmayayım diye İngilizce konuşmak için karar almışlar ama ben asla İngilizce cevap vermediğimi hatırlıyorum. Önce Türkçe sonra da İngilizce kurardım cümleyi, herhalde dinleyenler fenalık geçiriyorlardı. Annemin anlattığına göre birden Türkçe konuşmaya başlasam da bu kez evde İngilizce konuşmamaya karar verdiğimi söylüyor. Annemin sınıf arkadaşı Neriman Hızır ben okula başladıktan bir süre sonra “Ayşe Abla İlkokulu”nu kurdu, Annem orada İngilizce öğretmeniydi ve ben de ilkokulumun devamını orada okudum. Çok iyi bir okuldu.

Evet, fakirlik vardı ama insanlarda aynı zamanda müthiş bir enerji vardı.
Türkiye’de insanların yaşadıkları şartların zorluğunu gördüm, fakirlik Amerika’dan buraya gelince beni çok etkilemişti. Washington’da her şey muntazam; evler bahçeli, sokaklar düzgün, göreceli olarak rahat giden bir orta sınıf hayatı vardı, Amerika’nın o yıllarda dünyaya sunduğu nimet buydu. Türkiye’ye gelince her yer Kızılay ya da Nişantaşı gibi değildi. Mimar Kemal’deki en yakın kız arkadaşım gecekondu bölgesi İncesu’da oturuyordu ve onu ziyarete gittiğimde çok etkilenmiştim. Cumhuriyetin ilk bürokratlarının kurduğu İstanbul Ankara Evleri Kooperatifi Dragos’ta teyzemin bir evi vardı. Annem anneannem ve ben yazları orada otururduk. Dragos güzel ama arkası Cevizli, Gülsuyu ve onun da arkasında Kayışdağı… Yeni yeni gecekondulaşma başlıyor. Yaşam şartları sıkıntılı, insanların Anadolu’dan gelişini hatırlıyorum. Biraz İstanbul’un dışına çıkınca atlı arabaları görürdük… Anneme hep “Anne biz Amerika’daki filmlerdeki gibi “Wild West”temiyiz (Vahşi Batı), Kızılderililer, kovboylar nerede?” diye soruyordum. O fakirliği fark ettim. Evet, fakirlik vardı ama insanlarda aynı zamanda müthiş bir enerji vardı. Annemin cevabı ise bizler hem “Kızılderili hem de kovboyuz” idi.

İtalya’ya gitmiş olsaydık büyük ihtimal ressam olacaktım.
Babam 1963 yıllında Tokyo’ya tayin oldu ve 1967 yılına kadar orada görev yaptı. Benim Japonya tarihçisi olmam, babamın Tokyo tayiniyle bağlantılıdır. Yani babam Japonya’ya gitmeseydi tarihçi olamaz ve Japonca öğrenemezdim. Benim Japonca öğrenmem ve Japon tarihçiliği yapmam tamamen tesadüf, babam Roma’ya taşınsaydı, ben bu tür bir yola girmeyecektim. İtalya olsaydı büyük ihtimal ressam olacaktım. En çok istediğim şeydi çünkü. O yüzden tarih ve resim aklımda %50-%50’dir. Hatta Japonya’ya gitmeden önce Uzunçarşılı Enver Ziya Karal’ın (1906-1982) 10 ciltlik Osmanlı Tarihi’ni satın almış, 1960’larda okumuştum. Japonya’da şöyle bir olay oldu; o yıllarda yabancı öğrencilerin üniversitelere öğrenci olarak kabulü henüz tam yoktu ve oradaki bir liseden mezun olmak gerekirdi. 1963’te gittiğimizde oradaki uluslararası 100 yıllık bir okul The American School in Japan’dan mezun oldum. Önceki eğitim hayatım karmadır, 1959 yılında Amerika’da iki sene ortaokula gittim, dünya tarihi derslerimi orada almıştım. Aslında bugün ne isem, orada başlamıştı. Ankara Maarif Koleji’nde bir yıl, Arnavutköy Amerikan Kız Kolejinde iki sene öğrenim gördüm. Bir gün lise yıllarım için transkriptimi isteseler işin içinden çıkamazlar. Bu kadar çok okul değiştirmiş olmamın sadece evrak konusunda karmaşa oluşturduğunu hatırlıyorum. Bunun dışında olumsuz bir etkisi olduğunu hatırlamıyorum. Son olarak da liseyi Japonya’da bitirdim ama üniversiteye girmek sorun oldu. İlk olarak Güzel Sanatlar Fakültesini denedim ama kabul etmediler. “Özel öğrenci olarak gelebilirsiniz ama diploma veremeyiz.” dediler. Benim de bu pek hoşuma gitmedi açıkçası. Sonra tarihe gitmeye karar verdim. Madem buradayım genel geçer bir tarih eğitimi almaktansa Japonya Tarihi okuyayım dedim. Lisansımın üç yılı Japonya’da International Christian University’de (国際基督教大学 - Kokusai Kirisuto Daigaku) geçti. Son yılımda çok iyi bir üniversite olan George Washington Üniversitesi Tarih Bölümüne transfer oldum ve diplomamı oradan aldım. Georgetown Üniversitesi’nde Dil Bilim ve Japon Dili Yüksek Lisans Programı vardı ve ona kabul edildim. Bu yüzden yüksek lisanslarımdan bir tanesi master of science, yani dil bilimdir. Aslında bir fen bilim olarak telakki edilir dünyada. İlginç bir eğitimdi; Japonca grameri, Japon edebiyatı ve dil bilimi analizi gördüm. Programı bitirdikten sonra benim yakınlarda gidebileceğim, kuvvetli bir Japon tarihi programı olan Columbia Üniversitesi vardı. Benim sınıf arkadaşlarım Amerikalı, İngiliz, Asyalıydı. Aralarında derinlemesine, doğru düzgün Japonya çalışmalarına sahip olmayan ülkeden gelen tek kişi bendim. Diğer arkadaşlarım ise ülkelerindeki akademyalarında zaten gelişmiş olan Japonya çalışmalarını mükemmelleştirmek için geliyorlardı. Oysa ben aldığım eğitimle ülkeme dönsem ne olacak belli değildi. Benim için hayırlı oldu, çok ilginç bir dünyaya girdim ve büyük bir dünya gördüm. Columbia Üniversitesi’ne başvurduğumda handikabım diplomat çocuğu olarak A1 vizesine sahip olmaktı, yani Amerika’da fastfood restoranında bile çalışamıyor, hiçbir bursa başvuramıyordum. Bölüm Başkanımız çok kıymetli bir İsveçli olan Çin tarihi profesörü Hans Henrik August Bielenstein (1920-2015) beni kabul etmek istiyordu. Japoncam onun öğrencilerinden çok daha iyiydi diye düşünüyordu, bence beni bu yüzden kabul ettiler.

“Sen bölüme girersen, her ikimiz de Avrupalı olacağız, Amerikalılara karşı dayanışma içinde olacağız.”
Bielenstein Çin’de genç bir doktora öğrencisi olarak okurken birdenbire milliyetçiler ve komünistler arasında iç savaş patlıyor, arada sıkışan yabancılar kendilerini Şanghay bölgesine atıyorlar. Uçaklara binip kaçmaya çalışıyorlar. Kendini pervaneli bir uçakta bulan Bielenstein, Kazak, Uygur, Tatar her bölgeden kalpaklı, kürk paltolu insanların arasında. Uçak Türkiye’ye inecek, zaten yolcular da bunu istiyor. Her türlü aşıları olmuş olmaları lazım, ama yok. Bu yüzden İstanbul’a inemiyorlar ve uçakta bir kriz yaşanıyor. Bağdat’a iniyorlar ve o birkaç aşıyı tifo, tifüs, verem vs. aynı anda insanlara yapılyorlar. Ayakta kalmaları bile enteresan. Bielenstein, İstanbul’a indik, çok acayip bir tecrübeydi dedi ve günlerce süren yolculukta görünen o ki beraberindekilerle duygusal bir bağlantı kurmuş. Bu yüzden beni ayrıca istedi. “Sen bölüme girersen, her ikimiz de Avrupalı’yız, Amerikalılara karşı dayanışma içinde olacağız.” dedi ama bana burs veremiyordu. Bursların hepsi Amerikan Pentagon’un sağladığı Ender Diller Bursu; bu dillerde araştırmalar yapılsın diye askeri bir burstu ve ancak Amerikan vatandaşları veya ikamet izni olan göçmenler alabiliyordu. Ben ise bir diplomat çocuğu olarak sistemin dışında kalıyordum. Bir yıl idare etmemi ve sonrasında bana asistanlık ayarlayacağını söyledi.

Türkiye’de Japon Tarihi var mı, yok mu? Amerika’da mı kalacağım?
Araştırdım, soruşturdum ve New York’ta Japon Dış Ticaret Organizasyonu’nu (Japan External Trade Organization-JETRO) buldum. Bu kurum dış ekonomik ilişkilerin ve ihracatın geliştirilmesi için Japon devletinin şirketlerle birlikte kurduğu yarı kamu kuruluşudur. Japonya’nın iş dünyasıyla bulunduğu ülkenin iş dünyasını birleştiriyor. Buraya başvurdum ve beni tam zamanlı işe aldılar. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan (State Department) “Japonca kullanacağım için eğitimime bir staj niteliğindedir” gerekçesiyle JETRO’da çalışabilmenin iznini alabildim. Doktora yaptığım için saatlerimi eğitimime göre ayarlayabileceklerini söylediler. Columbia’da Asistanlığım çıkana kadar Fifth Avenue 39th Street’teki ofislerinde çevirmen olarak çalıştım, çok şey öğrendim. Orada kalmadım çünkü kafayı akademiye takmıştım bir kere, Japon tarihi üzerine doktora yapacaktım. Hani sonuçta da ne olacağı belli değilse de “Türkiye’de Japon Tarihi var mı, yok mu? Amerika’da mı kalacağım?” bu soruların hepsinin ucu açıktı. Asistanlık ayarlayınca JETRO’dan ayrıldım. Columbia Üniversitesi East Asian Institute’da artık benim çok sevdiğim Keio Üniversitesi’nden Ikei Masaru Sensei Hocanın özel araştırmacısıydım. Doktorayı orada sürdürdüm. Şimdi düşünüyorum, Hans Bielenstein’in dediği önemliydi. Şimdi Japon tarihi gibi bir sahada müthiş bir nesil farklılığı var ama ben Columbia’ya girdiğimde Hans Bielenstein ve ben dışında yabancı yoktu. Belki de II Dünya Savaşı’nın mirasıyla, herkes Amerikalıydı. Hocalarımız çoğunlukla bilfiil Japonya’ya karşı savaşmış olan nesildi. Türkiye’den gitmiş olmam onlara çok ilginç geldi sanırım. Japonya’ya doktora araştırmam için Japan Foundation Bursu’nun desteği ile gittiğimde, Japon tarihçiler bana, Tokugawa dönemi (1603-1867) köylü isyanlarının istatistiklerini çıkarıp gösterdiler. Ben zaten onları New York’tayken okumuştum. Bana “Yabancılar Japonya’ya gelir, biz ne yapıyorsak onu İngilizce literatürüne entegre ederler, neredeyse de aynı şeyi söylerler.” gibi benimle kinayeli konuştular. Önerileri ise, şu anda yapılmayanı yap, kendine özgü olsun mesela tek bir isyanı al, konuya sadece istatistiki bakma dediler. Bir köy toplumunu seç, derinlemesine gir dediler. Özellikle Profesör Toyama Shigeki ve Prof. Aoki Koji, çalışma yapmam için beni Japonya’nın ücra bir köşesindeki köye yolladılar.

“Doktoram 1871’de bir Japon köyünde örgütlenen 18 kişinin idam edildiği bir isyan üzerineydi.” 1976-77 yılında Takayama Köyü’ne (Nagano eyaleti, Japonya) gittim. Doktoram; o köyün 1871 yılında örgütlediği çok büyük, yüzbinlerce kişinin katıldığı çok yıkıcı bir isyanın incelemesi üzerineydi. Beni köy eğitim komitesinin yaşlı başlı üyeleri karşıladı. Nereden geldiğimi görmek için masanın üzerinde harita koymuş ve Türkiye’yi bulmuşlar. Altı ay orada kaldım. Nagano kentinde ise Nagano Eyaleti Tarih Araştırmaları Enstitüsünde (Nagano ken shi kankokai) yerel tarih araştırmacıları ile beraber çalışıyordum. Takayama köyünde, köy şartlarında yaşadım, mangalla ısınıyor, her gün çay içiyor, yanında da turşu yiyorduk. Köydeki ailelerin hepsi aslında o isyana katılmış olanların torunlarıydı. Demografik açıdan köy çok değişmemişti. Gençler Tokyo’ya çalışmaya gitmiş, orta yaşlı ve yaşlılar köydeydi. Yaşlılar da hikâyelere çok yatkınlar. 100 yıl öncesinin çok acı olayıydı; isyan dolayısıyla o köyden 18 kişi idam edilmişti. 1976 yılında hâlâ köy halkı bu olayı konuşamıyordu. Kolektif bir travma içindelerdi. Üstelik köyün bir yarısı diğer yarısıyla küstü. İdamlar yüzünden birbirlerini suçluyorlardı. Süreç kökleşmiş psikolojik bir bunalım halini almıştı. Japon köylerinin yayınladıkları almanaklar vardır; köyün tarihçesi, coğrafyası, ekonomisi, örf ve adetleri çok ciltli olarak köyün eğitim komitesi tarafından yayınlanır. Eski çağ ve coğrafya, ekonomiyle ilgili ciltler yayınlanmış, tarih cildi yayınlanamamıştı. Neden? Çünkü onların tarihinin en önemli ve üzücü olayı bu 1871 isyanıydı. Yani bu köy modern tarihe isyanla girmiş ve cezalandırılmış. Sadece idam değil, tüm köy halkı sakıncalı bulunmuş, iş bulmakta dahi zorlanmışlar. Çünkü isyanları modern devlete karşıydı. “Tokugawa Şogunluğu iyiydi, bize adil davranıyordu. Bugünkü devlet vergilerimizi acımasız bir şekilde artırdı ve bizi dinlemiyorlar. Hâlbuki eski samuraylar yani o bölgenin valileri bize gelip hatır sorarlardı. Verginizi verebilecek misiniz? derlerdi.” diyorlardı. O bölgede şartlar kötüyse feodal devlet vergiyi düşüyormuş. Yani şartlara göre davranıyormuş. Bu tipik bir erken modern devletinin davranışıdır çünkü kendi iktidarını empoze etme gücü de pek yoktur. Sorunlar müzakereyle çözülür. Tabii Tokyo modern devletinin bürokratları göz yaşına bakmıyor ve en yükseğinden vergi ödemelerini istiyor. Dolayısıyla köylüler modern devleti adaletsiz olmakla suçlanıyor. Dükkân yağmalama, vilayet konağına saldırı ve bir samuray ile yardımcısını linç ediyorlar. Yani affedilmesi mümkün olacak suçlar değil. Altı ay Nagano şehrinin arşivinde çalıştım. Oradaki hocaların dizinin dibinde el yazısı okumayı öğrendim.

Tarihçilikte çoğunlukla merkezin arşivinde tarihi okursanız hikâyenin ancak yarısını öğrenirsiniz.
Son yıllarda Takayama Köyü’nde bir müze yaptılar. Bu arşiv artık orada sergilenebiliyor. Hâlbuki ben gittiğimde bütün arşivi koydukları ahşap bir sandık gösterdiler. 16. yüzyıldan defterler, aile kayıtları vs. Gelişigüzel içine atılmış bir durumdaydı. Sandık, köyün arşiviydi. Ben sandığın içindeki malzemeyi kronolojik sıraya koydum. Benim tezim o köy arşivine dayalıdır, tabi daha sonra başka arşivlerle de destekledim. Association of Asian Studies’de 1998 yılında yayınlanan kitabım hakkında Amerika’da çok güzel inceleme makaleleri (reviews) çıktı, Journal of Japanese Studies ve Journal of Asian Studies’de çok güzel olumlu yorumlar aldı. Bu köyün travması nasıl bitti biliyor musunuz? Benim kitabım 1998’de yayımlandı, köyün almanağının tarih cildi ilk defa 2000 yılında yayımlandı. İlginç bir şekilde çözüm için beni kullandılar. Hasım olan gruplar; isyandaki olayları anlatıyor ve eserde “Esenbel adlı tarihçi bunu şu şekilde yorumlamaktadır” yazıyor. Bu sayede travmadan kurtuldular mı bilmem ama kendi tarihlerini yazabildiler. Çok önemli bir şey öğretiyor bu insana; ücra köşelerde tarih çok canlı şekilde devam ediyor olabilir. Tarihçilikte çoğunlukla merkezin arşivinde tarihi okursanız hikâyenin ancak yarısını öğrenirsiniz. Bir de uzak yerlerde “taşrada” kalan tarih bilgisi vardır ve oradaki anlatı, merkezdekinden çok farklı bir yerde olabilir, başka bir zaman kavramı ve canlı travma içinde kalabilir.

Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yardımını burada ifade etmek isterim.
Türkiye’ye döndükten sonra gördüm ki sosyal tarih konusunda köy çalışmalarıma devam etmem mümkün değildi. Çünkü bunun için rahatlıkla Japonya’ya gitmem lazımdı ve o dönemin koşullarıyla bunu karşılamam mümkün değildi. Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun önemli bir yardımını gördüm; Osmanlı-Japonya Teknoloji tarihi üzerine bir konferans organizasyonu yapıldı ve bu vesileyle İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi’nde (IRCICA) biz birlikte çalıyorduk. “Abdürreşit İbrahim’in (1857-1944) Alem-i İslam veya Japonya’da İntişar-ı İslam diye bir kitabı var ama daha henüz modern Türkçesi yani latin alfabesi versiyonu yok. Ama sen bunu bir okuyabilirsen, Japonya hakkında ilginç bir şeyler söylüyor, sen bir değerlendirme yapabilirsin.” dedi. 1980’lerde, Komatsu Hisao ve Komatsu Kaori ile Selim Deringil ortak bir şekilde Alem-i İslam kitabını okumak istiyorduk. Her cuma günü buluşuyorduk; Komatsu Kaori inci gibi yazısıyla Alem-i İslam’ın Japonya cildini latin alfabesine çeviriyordu, biz de okuyor, eleştirilerimizi söylüyor, notlar alıyorduk. Japonya hakkındaki bilgileri deşifre etmek bana düşmüştü. Bütün cildi okuduk. Hatta bende hiç tahrif edilmemiş olan cildin latin alfabesiyle yazılmış metni var. Bunun kendi diliyle (sadeleştirmeden) bir gün basılmasını çok isterim. Velhasıl o kitabı okumak bana bir kapı açtı. Demek ki; son dönem Osmanlı ve tabii ki Rus Müslüman Tatar düşünürleri arasında bir Japonya ilgisi vardı ki, 1908’de Abdürreşid İbrahim Japonya’ya gidiyordu. Oradan ben yeni konuma girdim; yani Japonya’nın bu coğrafyayla ilişkilerindeki etkileşimi, bu süreçte rol oynayan insanlar ve böylece ortaya çıkan başka bir modern tarih anlatısı yeni konum haline geldi. Japonya’ya konferans için gider gitmez hemen arşive girdim ve Abdürreşit İbrahim’i aradım. Alem-i İslam’da Abdürreşit İbrahim’in bahsettiği Japonlar hakkında, müthiş bir külliyat ortaya çıktı. Konunun dünya akademyasına, literatürüne sunumu ise 1995 yılı Temmuz – Ağustos özel sayısıyla Toplumsal Tarih dergisindeki İsmail Türkoğlu, Ahmet Uçar, Nadir Özbek, François Georgeon ve benim makalem olmak üzere toplamda 7-8 makaleyle oldu.1 Neredeyse bir kitap uzunluğundadır. Ortalık çalkalandı. Renée Worringer, University of Chicago’da doktora öğrencisiydi, dergi piyasaya çıktı, birkaç hafta sonra iki dergiyi de göğsüne yapıştırmış kapımın önüne geldi ve “Ben bunu çalışmak istiyorum.” dedi. “Osmanlılar Japonya’yı Hayal Ediyor” (Ottomans Imagining Japan) adında çok güzel bir tez yazdı ve kitap haline getirdi.2 Türkçesi ve Arapçası çok iyiydi. İstanbul’daki arşivleri Beyazıt Kütüphanesi’ndeki dergileri kullandı, Kahire’deki 19. ve 20. yüzyıl yayınları inceledi. Osmanlı deyince sadece Türklerden bahsetmedi, Arapça yayınlardan da esinlenerek Osmanlıların ve Arap dünyasının Japonları nasıl kurguladığını ele aldı. Dönemin gazetelerinde nasıl bir Japon hayranlığı ortaya çıktı gibi sorulara da yanıt veren şu ana kadar yapılmış en iyi çalışmadır. Japonya’da Ikei Masaru ve Sakamoto Tsutomu ile 2003 yılında “Modern Japonya ve Türk Dünyası” başlıklı bir kitap yayınladık yani bu sahadaki ilk çalışmaları yayınladık. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nden The Rising Sun and the Turkish Crescent’te bu konuyu uluslararası literatüre sundu. 2011’de Brill’den yayınlanan Japan, Turkey, and the World of Islam kitabım3 yankı getirdi desem yalan olmaz çünkü bahsettiğim gibi yeni bir konuya geçmiştim; İstanbul’dan modern Japonya’nın tarihine bakmak gibi… Benim için dönüm noktasıdır. Sonrasında 2018’de yine Brill’den Japan on the Silk Road4 başlıklı İngiliz, Alman, Japon, Türk ve Moğol tarihçilerin makaleleriyle editör olarak hazırladığım bir kitabım daha çıktı ve çok iyi inceleme makalelerine konu oldu. Böylece biz sahayı kurduk, yani artık modern Japonya’ya Türkiye’den, İslam dünyasından, Rus Müslümanları ve Orta Asya’dan bakılabilir. Bu coğrafyayı temel alan bakış açısı; yeni olaylar zinciri, siyaset ve kültür alanını ortaya çıkaracaktır. Zannedersem öncüsü biziz. Bizden sonra Amerika’da da bu konuda çeşitli yayınlar oldu. Benim bu konudaki makalem 2004 yılında Amerika’nın en eski tarih dergilerinden olan The American Historical Review’da çıktı ve uluslararası literatüre Japonya ve İslam Dünyası ilişkisinin içeriğini ilk defa olarak tanıttı. Türkiye’de Merthan Dündar’ın “Pan-İslamizmden Büyük Asyacılığa”,5 Amerika’da ise Cemil Aydın’ın “Asya’da Batı Karşıtı Politikalar: Pan-İslamizm ve Pan-Asya Düşüncesinde Dünya Düzeni Vizyonları” adında düşünce tarihi çerçevesindeki çalışması çıktı.

Stratejik davranarak dünyadaki bilgi birikimini ve imkânları iyi kullanabilecek zihinsel kapasitesi yüksek insan yetiştirebiliriz.
Bence bilim insanı sevdiği işi yapmalı, sahanızı severseniz o konuda iyi bir bilim insanı olursunuz. Aksi halde istediğiniz yere varamazsınız. Ben Japon tarihini ilginç buldum, hala da seviyorum. Sevmek önemli. Türkiye’de şartlar zor. Ben Amerika’da yetişmiş bir insan olarak Amerikalı bir akademisyenin okurken ve çalışırken elindeki imkânları biliyorum. Onda biri bile Türkiye’de yok. Harvard Üniversitesi’ndeki gibi bir kütüphanenin Türkiye’de şimdilik olması muhtemel görünmüyor. Peki, Türkiye şartlarında ne olabilir diye sorarsanız eğer “Dünyadaki bilgi birikimini ve imkânları iyi kullanabilecek zihinsel kapasitesi yüksek insan yetiştirebiliriz.” derim. Bizim amacımız bu olmalı. Tabii ki biz kendi kütüphanelerimizi, laboratuvarlarımızı kuracağız ama aradaki uçurum o kadar büyük ki; “Harvard olacağız, Yale olacağız” şeklinde konuşmalar oluyor. Yok öyle bir şey. Çünkü o kaynak aktarılamayacak, ne özel sektörde ne de devletin elinde o kadar kaynak var. Harvard Üniversitesi’nin vakıf değeri 17 milyar dolardı, 2008 krizinde biraz para kaybedince veryansın etmeye başladılar. Kütüphanesindeki kitap sayısı 17 milyon, Columbia Üniversitesi kütüphanesinde 13 milyon kitap var. Bunları gıpta edelim diye değil, gerçekçi olalım diye söylüyorum. Öğrencilerime de “gerçekçi olun, ülkenizin imkânlarını ve kendi imkânlarınızı iyi değerlendirin” derim. Yani bizim bir Amerikalı ya da Alman’a oranla çok daha “imkânlarımızı iyi kullanarak” stratejik olmamız lazım. Çünkü elimizdekiler kısıtlı ve elimizdeki imkânları en verimli şekilde kullanmalıyız. Strateji şu olacak; dünyayı çok iyi bileceksiniz ve sahanızla “konuşabileceksiniz”. Konunuz ne ise literatürünü çok iyi bileceksiniz ve dünya kanallarını açık olacaksınız. Onlardaki boşluğu bulacaksın, literatürü değerlendireceksin, her literatürde bir boşluk, üzerinden atlanmış bir konu vardır. İdeolojik veya kültürel sebeplerden dolayı tanınamayan, görülemeyen, bilinemeyen bir konu da olabilir. Bütün bunları değerlendirip o boşluğa girmek gerekir, elindeki imkânla sen başkasının yapmadığını yapmalısın. Literatüre özgün bir katkın olsun, başkası o sahada hiç bunu akıl etmemiş ve kaynağını bulmamış olsun. Bunu dünyadaki tartışmanın içine sen sokmalısın.

“Modern Japonya’ya İstanbul’dan bakarsanız Paris, Londra ve New York’tan farklı bir tarih ortaya çıkar.”
Benim uzmanlığım Modern Japonya Tarihi. Oradaki amacım zamanla oluştu ama sonra kristalleşti. Modern Japonya ve hatta modern Çin’in, Doğu Asya’nın bizim aşina olduğumuz Osmanlı, cumhuriyet toprakları ve çeper bölgeleriyle, modern tarih sırasındaki ilişkisi çok önemliydi ama yazılmamıştı. Çünkü modern Japon tarihi, Japonya’yı dünyaya güç gösterisiyle açan Amerika ile ilişkiler, sürekli savaş halinde bulunduğu Çin ile ilişkiler ve elbette İttifak halinde dünya sahnesine çıktığı İngiliz İmparatorluğu ile ilişkiler çerçevesinde görülmüştür. Kimse Japonya’nın Orta Asya, İstanbul, Türk dünyası ile ilişkinin ne olduğu bilmiyor ve görmüyordu. Bu coğrafyalarla bağlantıları öne çıkarmak önemliydi. Modern Japonya’nın tarihine İstanbul’dan bakarsanız Paris, Londra ve New York’tan farklı bir fotoğraf çıkar; üstü toz toplanmış, bakılmamış görülememiş dosyalar ortaya çıkar. Modern Japonya tarihi böylece zenginleşir daha küresel olur. Bu sayede Japonya, daha kompleks bir küresel tarih çerçevesine oturulabiliyor. İşte demin de bahsettiğim gibi sosyal bilimler, tarih ve özellikle Japonya tarihi özelinde konuşursak bilim insanlarına o sahadaki boşluğu yakalamalarını öneriyorum. Henüz tamamlamasam da ben o boşluğu yakaladım ve o kapıyı açtım diye düşünüyorum. Modern Japonya’nın İstanbul’la bağlantıları bizi nereye götürüyor? En son kitabım Japon Aynasından Resimli Türkiye Gözlemleri’nde bunu anlatıyorum; İstanbul’da 15 yıl yaşamış bir Japon tüccarın Türkiye, Türkler ve İstanbul intibalarıdır. Bir 19. yüzyıl Japon’u bu bölgeyi nasıl görüyordu bilmiyoruz. Kendi toplumuna nasıl aktarıyordu, hangi sözcüklerle tanımlıyordu? Bu kitapla hiç olmazsa bir Japon aynasından Türkiye’yi görebilmek için bir kapı açılmış olacak ve bence bu tür çalışmaların çok yapılması lazım. Bir sürü başka bu tür eser var, benim ömrüm yetmeyecek. Ben bunları Japonya’da bulunduğum süre içerisinde topladım. Japonya’ya her gittiğimde Japonya’nın Orta Asya, İslam dünyası ve Osmanlı hakkındaki eserlerini topladım böylece ciddi bir koleksiyon elde ettim diyebilirim. Ben kendi hayatımdan zorluklara rağmen memnunum çünkü birikimimi Türkiye’ye taşıyabildim. Ben bunu çok önemsiyorum.

“Türkiye’nin ilk tezli Asya çalışmaları yüksek lisans programı…”
Boğaziçi Üniversitesi’nde 1988 yılında Japonca dil programını kurduk. 1985-86’da Ankara Üniversitesi’ne Pulat Otkan’ın (1942-2014) isteğiyle giderek Japon Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nın kurucu Başkanlığını yaptım; Japon tarihiyle Asya Tarihi kulvarı oluşturduk. Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünde Japonca ve Çince alan öğrenciler isterlerse lisans mezuniyet tezlerini Doğu Asya ülkeleri ve Osmanlı İlişkileri üzerinde yapabilirler kararını aldık. 2008 yılında ODTÜ’yü kendimize örnek alarak Çince dil eğitimini pekiştirmek için Konfüçyüs Enstitüsü’nü kurduk. Ben Asya Çalışmaları Merkezi’ni Konfüçyüs Enstitüsü’yle iş birliği yapan Boğaziçi’nin kendi kurumu olarak tasarladım. 2009 yılında Asya Çalışmaları Uygulama ve Araştırmaları Merkezi’nin kuruldu. Konfüçyüs Enstitüsü’nün akademik konularda bir muhatabı olmalıydı. Ayrıca toparlayıcı bir tarafı var, yayın yapabilir, araştırmacılara destek olabilir, konferans düzenleyebilir… Nitekim bu konuda epey de etkin bir tarihçemiz oldu. Bunun yanında önemsediğim en son kurucu görevim de Türkiye’nin ilk tezli Asya çalışmaları yüksek lisans programını kurmuş olmamdır. Hala da tek tezli program bizimkisidir. Orta Doğu’da ve birkaç farklı üniversitede Asya Çalışmaları Yüksek lisans programı var ama hepsi tezsizdir. Şimdiye kadar 25’in üstünde tez yazdırdık, mezun verdik ve bir kısmı Cambridge, London School of Economics ile Seul devlet üniversitelerinde doktoralarına devam ediyorlar. Programın başarısı mezunların iş bulmasına ya da bir doktora programına girebilmesiyle ölçülür; Bizim mezunlarımızın hiçbiri açıkta kalmaz, hepsi havada kapılır çünkü Asya’yı biliyorlar. En önemlisi Asya araştırmalarını o dilleri de kullanarak yapıyorlar. Benim bir mezunumu Dünya Bankası kaptı; Viyana’daki ofisleri mezunumuzu İstanbul’da buldu ve Viyana’ya aldı. Kadromuz çok kısıtlı, kadromuz doğru dürüst yok, kütüphane paramız son yıllarda iyi değil ama iyimser bakıyorum düzeleceğini umuyorum. Çünkü önemli olan kurumsal yapıyı kurmaktır- kurumlar ölmez. Duayen addettiğim ve özel hayatımda ablam olarak gördüğüm TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. İsenbike Togan emekli olup Ankara’dan İstanbul’a taşındığında biz Asya Çalışmaları Yüksek Lisans Programını (II. Eğitim) kuruyorduk ve kendisi sürece hemen dâhil oldu. O İstanbul’da olduğu için kendime güvenim artmıştı. Çalışmaları çok kıymetlidir. Ben Tokyo’da Japonca öğrenirken O Tayvan’da Çince dil eğitimi alıyordu. Biz Türkiye’nin Doğu Asya tarihçiliğinde birinci nesliyiz. O yol gösterdi bana, benim TÜBA’ya üye olmamı teşvik eden dosyamın sorumlu kişisi İsenbike Hoca’dır. TÜBA’yı önemsiyorum. Türkiye’de birliktelik içindeki bilimler akademisi geleceğini ümit ediyor ve çok iyi olacağını düşünüyorum.

“Hiç yapılmayanı yapmak, zor işi başarmak lazım.”
2007’de Japon Vakfı (国際交流基金-Kokusaikōryūkikin) bana başka isimlerle birlikte Japonya Çalışmalarını Geliştirme Ödülü’nü Büyük bir törenle verdi. Aynı yıl Japon İmparatorundan Yükselen Güneş/Güneş Işıkları/Altın Huzmeleri anlamına gelen nişanı aldım. Bir de Japon Dışişleri Bakanından Özel Ödül aldım. Benim için her biri gurur vericiydi. 2007 yılında Japon Vakfı’nın bir Ödülünü aldığımda hakkımdaki araştırmada II. Dünya Harbi’nden sonra Japonya’da okuyan ilk Türk özel öğrencisisiniz dediler. En yeni çıkan kitabım Japon Aynasından Resimli Türkiye Gözlemleri; Japonya’dan gelip 1892-1906 yılları arasında Osmanlı topraklarında ticaret yapmış, uzun süre kalmış olan ilk Japon Yamada Torajiro (1866-1957) gayet iyi İstanbul Türkçesi öğrenmiş. İstanbul’daki hem ticaret çevreleri hem de devlet ricali ve de tabii ki, II. Abdülhamit döneminde Saray’la da ilişkiler kurabilmiş. Ailesi hala Japonya’da yaşıyor, torunları yakın arkadaşımdır. Onun döndükten sonra 1911 yılında Japonya’da bastırdığı bir kitap bu. Ben aslında bu kitabı 1993 yılında Japonya’dayken keşfetmiştim ancak kitaba dair bir yazın yoktu. Modern Japon tarihçisi bunu görmüyor çünkü onun alanına girmiyor. O dönemde de Türkiye çalışanlar da kendi ülkelerinden insanların Türkiye ve Osmanlı hakkında yazdıklarına, kendi literatürlerine bakmıyorlar. Benim çalışmalarım bir çeşit köprü gibi bu iki araştırma alanını birleştirmek oldu. Bu kitabı ben Japon Meclis Kütüphanesi’nde buldum, hepsini indirdim, tam bir hazineydi. Bu kitap makaleme kaynak oldu.

“İstanbul’da üç Japon: Yamada Torajiro, Ito Chuta, Otani Kozui”
2010 yılında Türkiye’de Japonya yılı etkinliklerinden bir tanesi de Pera Müzesi çerçevesinde İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde düzenlen sergiydi, hazırlığı bir yıl sürdü. Osmanlı döneminde Japonya’dan gelerek İstanbul’da yaşayan üç Japon hakkında onların arşivi, şahsi eşyaları ve hatıralarını buraya getirmek temel amacımızdı. Yamada’nın yanı sıra Kont Otani Kozui (1876-1948) 1920’lerde Bursa’daki Türk Japon-İpek Fabrikası’nı kuruyor. Kont Otani hakkındaki belgeleri getiren ve sergisini düzenleyen Dr. Erdal Küçükyalçın’dır. Yine Yamada’nın bu topraklara geldiği zamanlarda Profesör Ito Chuta (1867-1954) isimli mimarlık tarihçisi Osmanlı topraklarının mimari geleneği hakkındaki çalışmalar yapıyor. Bu mimarla ilgili bilgi ve belgeleri ise Miyuki Aoki-Girardelli getirdi. Bu katalog hala sevilerek okunur, Hilal ve Güneş7 adıyla yayımlandı. Bu sergide ben Torajiro Yamada’nın Resimli Türkiye Gözlemleri eserini tekrar okudum. Bu eserin aslında bir Japon’un bizim dünyamızla ilgili yazdığı ilk kapsamlı eser olduğunu gördüm ve Osmanlı’nın son dönemleri olan 1890’lar ve 1900’lü yılları yansıtıyordu. Bu şehrin tarihine de ışık tutuyor. Aynı yıl bu değerli eseri Türkçeye çevirme kararı verdim. Tam 10 yılımı aldı bu çeviri; bana çok şey öğreten bir işti. Aslında herkes bugüne kadar bir tek kitapta Yamada’nın yazdığı kısma baktı. Benim için çok ilginç olan kitapta okunması açıkçası epey zor olan İstanbul’u ziyaret etmiş Japon ricali ve entelektüellerinin bu dünya hakkında el yazısıyla yazdıkları şiirler ve teşekkür yazılarıydı. Osmanlı Türkiye’si hakkındaki giriş yazıları o zamanki düşünceyi yansıtıyordu ve şiirler çok önemliydi. Bu isimler Meiji döneminin seçkin ileri gelen Japonları, o dönemde üst eğitim almış her Uzak Doğulu gibi Çin klasiklerini ve Çin şiirini çok iyi biliyorlar. Ayrıca 19. yüzyıl, vazifesi ne olursa olsun bir subay-bürokrat-devlet adamlığı şiir yazabilecek kabiliyete sahip olunmasının beklendiği bir dönem, kültürlü bir insan bir dörtlük çıkarabilmeliydi. Yamada onlardan şiir yazmalarını istiyor. Onlar da kabul ediyorlar. Ben bu kitabın Osmanlı-İstanbul-Türkler hakkındaki şiirlerini deşifre ettim. Kitabın arkasında bu şekilde katkıda bulunan Japonların kim olduklarını bastıkları mühürlerinden çıkardım. Kitabın arkasına koyduğum listede çok önemli isimler ortaya çıktı, bakanlar, rektörler, gazeteciler, akademisyenler… Herkes vardı. O zamanki Meiji Japonyasının en önemli şahsiyetleri demek ki İstanbul’a gelebiliyormuş ve onlara mihmandarlık yapan Yamada’yı önemsiyorlarmış. Onların Türkiye ve Osmanlı algılarını görmek benim için çok etkileyiciydi ve kitabin her sayfasını süsleyen Japon usulü sumie ile yapılmış İstanbul manzaraları ve insanlarını konu alan resimler ile beraber böylece bir sanat eseri gibi çıktı. Kitabı İş Bankası büyük bir özenle gerçek bir sanat eseri niteliğinde bastı; kendilerine müteşekkirim.

“Japonya tarihi üzerine Türkçe yayın çok az.”
Devam eden akademik çalışmaların noktasında tam yarısında olduğum İngilizce, uluslararası yayın olacak olan bir kitabım var, umarım Türkçeye de çevrilir; Japonya ve İslam Dünyasının Modern Tarihi. Şu ana kadar yaptığım çalışmaları bir paket haline getiriyorum; 100 yıllık bir modern Japonya ve İslam dünyası tarihini anlatacağım. İkinci yarısına da devam edeceğim. Bir de Türkçe bir Japonya tarihi yazmak istiyorum. Türkiye’de bir referans kitabı olsun istiyorum çünkü Türkçe yayın çok az. Bir de tartışmalı bir konuda; Batının Tartışılan Yüzü yani Japon modernleşmesi ve Türkiye modernleşmesindeki Batı algısının tartışılan yüzü hakkında çalışmak istiyorum. Batı’nın Japonlar ve bizim için iyi ve kötü görüldüğü taraflarını anlatacağım. Japonya tarihi çalışmak isteyenlere; ben kendi sahamın çok daha fazla araştırma için imkân sağladığını düşünüyorum. Japonya’yla akademik ilişkiler gelişti, örneğin Boğaziçi Üniversitesi’nden her yıl 15 öğrenciyi Japoncasını geliştirsin diye Japonya’ya yolluyoruz, diğer üniversiteler de en azından yılda 10 kişi yollasalar, yılda ortalama 50- 60 kişi Japonya’ya gidebiliyor demektir, akademik olarak bu iyi bir düzey. Modern Japonya, Türkiye, Türk dünyası, İslam dünyası ilişkileri ve etkileşimi alanında çok çalışma yapılabilir. Oldukça araştırmaya muhtaç bir alan. Üstelik çok fazla hata ve hayali söylemlerle dolu bir sahadır. Gerçek araştırmalar ile ilginç ve özgün çalışmalar çıkabilir. Tabii dil eğitiminin buna uygun olması lazım. Ben tarihçi olarak konuşuyorum. Ekonomi, siyaset gibi alanlarda da Japonya’nın bizim bildiğimiz bölgelerle ilişkilerine bakmak yurt içinde ve dışında çok özgün yeni sahalar açacaktır. Uluslararası düzeyde kabul görecektir çünkü orijinal olacaktır, önemli olan yapılmamış olanı yapmak. Yapılanı tekrar yorumlamak ilginç değildir. Hiç yapılmayanı yapmak ve zor işi başarmak lazım.